Hemen Oku

Outliers-Sıradışı İnsanllar Kitabını Oku

1
OUTLIERS
SIRADIŞI İNSANLAR
Önsöz
Pennsylvania yakınlarındaki bir tepeye 1800’lerin sonunda İtalya’nın Roseta köyünden göç
edenler yerleşmiş ve aynı isimde kurdukları köye çok uzun yıllar boyunca kendilerinden
olmayanları almamışlardı. 1950’lerde vadideki bir tıp toplantısına gelen Doktor Stewant
Wolf’a bir yerli doktor, çevredeki yerleşim yerlerinden kendisine pek çok hasta geldiğini fakat
Roseta’dan 65 yaşın altında kalp şikayetiyle hiç kimsenin başvurmadığını söylemişti. O
yıllarda kolesterol düşürücü ilaçlar ve kalp sorunlarıyla ilgili diğer önlemler bilinmediğinden
kalp krizleri çok yaygındı. 65 yaşın altındakilerin başlıca ölüm sebebi kalp hastalıklarıydı.
Durum doktor Wolf’un ilgisini çekti. Öğrencileri ve meslektaşlarıyla birlikte sebeplerini
araştırmaya girişti. Geçmişteki kayıtları incelediler. Yaşayanlara mevcut bütün testleri
yaptılar. Sonuçlar şaşırtıcıydı. Roseta’da 65 yaşın altında hiç kimse kalpten ölmemişti ve hiç
kimse kalp hastalığı belirtisi göstermiyordu. Toplamda kalpten ölüm oranı Amerika
ortalamasının üçte biriydi. Ayrıca köyde intihar, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, mide ülseri
de yoktu. Suç oranı pek küçüktü. Kimse devletten muhtaçlık aylığı almıyordu. İnsanlar
sadece yaşlılıktan ölüyorlardı.
Araştırmalar ilerletildi, yaşlanma süreciyle ilgili bütün faktörler mercek altına alındı. Sonuçlar
inanılmazdı. Bir kere Roseta’lılar memleketlerindeki sağlıklı beslenmeyi bırakmışlar, aşırı
miktarda yağ, protein, karbonhidrat tüketiyorlardı. Egzersiz yapmak yoktu. Şişmandılar. Aşırı
derecede sigara içiyorlardı. Pensylvania ve İtalya’daki akrabaları incelendiğinde, genlerden
gelen bir özellik de olmadığı anlaşıldı. Zira onlardaki hastalık ve suç oranı ulusal
ortalamadaydı.
Fiziksel her türlü unsur ortadan kaldırıldıktan sonra sıra toplum yapısını incelemeye geldi.
Roseta’nın sırrı diyet, egzersiz veya genlerde değildi. Yaşam tarzındaydı. Aileden 3-4 nesil
aynı evde yaşıyorlar, büyüklerine saygı gösteriyorlar, sokakta herkes birbiriyle sohbet ediyor,
ev ziyaretleri yapıyorlar, aksatmaksızın kiliseye gidiyorlardı. Eşitlikçi bir toplum anlayışları
vardı. Varlıklılar asla gösterişe kaçmıyor, ihtiyacı olana derhal yardım ediliyordu. Sonuçta
Roseta’lılar kendilerini modern dünyanın baskılarından uzak tutan güçlü ve koruyucu bir yapı
kurmuşlardı. Sağlıkları bundan ileri geliyordu.
Wolf ve arkadaşları tıp dünyasını bu bulgulara inandırmakta çok zorlandılar. Sağlık ve kalp
krizlerine klasik bilgilerle değil, bambaşka bir yaklaşımla bakmak gerekiyordu. Kişinin neden
sağlıklı olduğunu anlamak için yalnızca kişinin beslenme ve yaşam tarzına bakmak
yetmiyordu. Kişinin ötesine geçip ait olduğu kültürü, ailelerini, arkadaşlarını tanımak
gerekiyordu. Bizim kim olduğumuzu esas bu faktörler belirliyordu.
Stewart Wolf’un sağlık anlayışımıza getirdiği bu farklı bakış açısını ben de bu kitapla başarı
anlayışımıza getirmek istiyorum.
2

BÖLÜM BİR
FIRSAT
Sıra dışı başarılı insanlar hakkında öğrenmek istediğimiz şey nedir? Nasıl biri olduklarını,
kişiliklerini, zeka düzeylerini, yaşam tarzlarını, yeteneklerini merak ederiz. Ve biz bu kişisel
özelliklerin, onları nasıl olup da zirveye çıkardığına açıklık getireceğine inanırız. Her yıl
yayınlanan otobiyografilerde ünlülerin ve başarılıların nasıl mütevazi koşullardan geldiklerini,
sırf kendi çaba ve yetenekleriyle zirveye vardıkları anlatılır. Hatta bunun dışında sahip olduğu
imkanların ve fırsatların gizlendiği bile olur. Bizim için ‘başarı eşittir kişisel çaba.’ dır.
Outliers’da sizi, başarının bu açıklamasının işe yaramadığına ikna etmek istiyorum. İnsanlar
sıfırdan yükselmezler. Aile, hamiler (koruyan, gözetenler), gizli avantajlar, doğaüstü fırsatlar,
kültürel miras, doğum tarihi ve yetiştiği yer kişinin öğrenmesini ve çok çalışarak başarı
kazanmasını sağlar. Ait olduğumuz kültür ve atalarımızdan kalan miras başarı düzeyimizi
tahminlerin üzerinde etkiler.
Biyologlar organizmaların ekolojisinden söz ederler. Ormandaki en uzun meşe yalnızca en
sağlıklı palamuttan doğduğu için en uzun değildir. Aynı zamanda, başka hiçbir ağaç güneşini
engellememiş, etrafındaki toprak derin ve zengin, kabuğunu ve filizlerini hiçbir hayvan
kemirmemiş ve büyürken birisi onu kesmemiştir. Hepimiz başarılı insanların sağlam
tohumlardan geldiğini biliyoruz fakat onları ısıtan güneşi, kök saldıkları toprağı, hayvanlardan
ve oduncuların saldırılarından koruyan şansı yeterince biliyor muyuz?
Kanada’nın ulusal sporu hokey’i ele alalım. Başarılı hokey takımlarının oyuncularının hangi
ayda doğduklarına bakıldığında bunların ağırlıklı olarak (%70) yılın ilk üç ayında doğdukları
görülür. Bu oran aylar ilerledikçe git gide düşerek ekim-aralıkta %10’a iner.
Bunun açıklaması gayet basittir. Kanada’da hokey seçmelerinde sınıflandırma aynı yılın 1
Ocak- 31 Aralık arası doğan çocuklarını bir araya toplar. Dolayısıyla 2 Ocakta 10 yaşını
dolduran bir çocuk 31 Aralıkta doğanla aynı yaş grubunda oynar. O yaşlarda 12 aylık fark,
fiziksel olgunlukta muazzam fark yaratır. Çocuklar 9 – 10 yaşlarındayken koçlar, yıldızlar
takımını seçmeye başlarlar. Tabi ki yılın ilk aylarında doğanlar daha yapılı, hareketleri daha
eşgüdümlü olduğu için yıldızlar takımlarına seçilme şansları çok yükselir. Bir kere seçildiler mi
de diğerlerine göre daha fazla antrenman yaparlar, takım arkadaşları ve antrenörleri daha
iyidir. Böylelikle önce gençler ligi, oradan da süper lig oyuncusu olma şansları adamakıllı
katlanır.
Gruplandırmanın doğum tarihlerine göre yapıldığı, erken yaşta kimin iyi olduğuna, kimin
olmadığına karar verildiği, ‘yetenekli’ nin ‘yeteneksiz’ den ayrıldığı ve ‘yetenekli’ ye çok daha
fazla imkân tanındığı her alanda, gruplandırmanın başladığı tarihe en yakın tarihte doğanlara
acayip avantaj sağlanması kaçınılmazdır. Amerika’da futbol ve basketbol seçmeleri böyle
yapılmadığından bu fark yoktur. Ancak beysbol seçmeleri doğum tarihine göredir. Seçmeler
31 Temmuzda başladığından süper lig oyuncularının pek çoğu ağustos doğumludur.

3

Eğitimde de durum farklı değildir. Aynı yılın 1 Ocak – 31 Aralık tarihinde doğanlar aynı sınıfa
başlarlar. Daha sonra da erken yaşta yetenek gruplarına ayrılırlar. Öğretmenler olgunlaşma
ile yetenek arasındaki farkı göremediğinden genelde daha büyük çocuklar ‘ileri’ giderler.
Böylece daha yoğun eğitim aldıklarından, daha geç doğmuş çocuklarla aralarındaki fark her
yıl git gide açılır; ta üniversiteye kadar. Kimse de bunu umursamaz ne yazık ki.
Sosyolog Robert Morton, bu duruma Matta (Mathew) incilindeki bir ayete dayanarak ‘Matta
etkisi’ adını veriyor. Ayette, ‘Sahip olanlara daha fazla verilecek, hem de bol miktarda; sahip
olmayanlardan ise sahip oldukları şeyler bile alınacak’ denmektedir. Gerçek hayatta da
başarılılara hep daha fazla fırsat sunulduğundan daha da başarı kazanırlar. Zenginler çok
daha az vergi verir. En iyi öğrenciler en iyi eğitime ve en fazla ilgiye mazhar olur.
Sosyologların deyimiyle başarı, ‘avantaj birikimi’ nin sonucudur. Erken yaşta yetenek
gruplandırması yapılan eğitim ve sporlarda sadece başlama tarihine yakın doğmak ömür
boyu süren bir avantaj sağlar. Fakat aynı sebepten, çocuk nüfusunun yarısı sırf yılın ikinci
yarısı doğmakla, yeteneklerini ilerletebilme şansından mahrum bırakılmış olurlar. Toplum
olarak başarılılara hayranlık duyar, başarısızları küçümseriz ama, kişinin kendisine mal edip
toplumun etkilerini görmezden geliriz. O yüzden hangi ayda doğmuş olursa olsun bütün
çocuklara aynı şans verilse başarılıların sayısı çok daha artar.


BÖLÜM 2

10.000 Saat Kuralı
Michigan Üniversitesi yeni bilgisayar merkezini 1971’de yeni bir binada kurdu. Zamanın en
modern, en büyük bilgisayarlarını barındıran merkez, uzay filmlerini andırıyordu. Michigan
Üniversitesi dünyanın en ileri bilgisayar eğitim programını sunuyordu. Bu programı alan
binlerce çocuktan en ünlüsü Bill Joy’dur.
16 yaşında, Merkezin açıldığı yıl üniversiteye başlayan Joy, arkadaşlarının ‘sevgilisiz inek’ diye
tanımladığı çok çalışkan bir öğrenciydi. Merkezi görür görmez kendisini bilgisayar dünyasına
gömdü ve bir daha da buradan çıkmadı. Gecesini gündüzüne katıp üniversitenin bu
olağanüstü imkanından yararlandı, yeni programlar geliştirdi. UNIX’i yeniden yazma görevi
alınca o kadar iyi yazdı ki bugün bile dünyadaki milyonlarca bilgisayar bu işletim sistemiyle
çalışır. İnternete ulaşmamızı sağlayan yazılımların çoğunu Bill Joy yazmıştır. Mezun olduktan
sonra 3 arkadaşıyla kurduğu Sun Microsystems, bilgisayar devriminin başlıca
oyuncularındandır. Orada yazdığı Java programıyla efsanesi daha da büyümüştür.
Tüm dünyadaki psikologlar bir kuşaktır bir soruyu tartışmaktalar: İstidat (doğuştan gelen
yetenek) diye bir şey var mı?. Cevabın ‘evet’ olduğunda herkes hemfikir. Tartışılan nokta,
yetenekte istidatın ne oranda, çalışmanın ne oranda rol oynadığıdır. Araştırmalar istidatın
daha az, çalışmanın çok daha büyük rolü olduğu sonucunu vermiştir.

4

Örneğin elit Berlin Müzik Akademisinde yürütülen bir araştırmada kemancılar dünya çapında
virtüöz olabilecek ‘yıldızlar’, ‘ iyiler’ ve ancak müzik öğretmeni olabilecek ‘vasatlar’ olarak üç
grupta incelenmiştir. Hepsi 5 yaşlarında kemana başlayan ve önceleri yaklaşık aynı süreyle
çalışan çocukların çalışma sürelerindeki fark yıllar geçtikçe git gide açılmaktadır. Yıldızlar 14
yaşındayken haftada 16 saat, 20 yaşına geldiklerinde 30 saati aşkın çalışmaktadırlar. Böylece
elit kemancılar 20 yaşına geldiklerinde 10.000 çalışma saatine ulaşmaktadırlar. Buna mukabil
iyilerin toplamı 8.000 saat, müzik öğretmenlerinin 4.000 saattir. Aynı durumun profesyonel
piyanistler için de geçerli olduğu görülmüştür.
Araştırmanın çarpıcı bir sonucu da, arkadaşlarından daha az çalışıp da zirveye çıkan ‘doğal
yeteneğe’ rastlanmadığı gibi, herkesten fazla çalıştığı halde zirveye ulaşamayana da
rastlanmamasıdır. Sonuçta bir müzisyen üst düzey bir müzik okuluna girebilecek istidata
sahipse, artık onu diğerlerinden ayıran sadece çalıştığı süredir. Zirvedekiler arkadaşlarından
daha fazla çalışarak o noktaya ulaşmazlar; çok , çok daha fazla çalışmaları gerekir.
Karmaşık bir görevde mükemmelliğe ulaşmak için asgari bir süre gerektiği kuralı uzmanlığın
her dalında ortaya çıkmaktadır. Bilim adamları bu büyülü sürenin 10.000 saat olduğu
konusunda mutabıklardır. Besteciler, basketbol oyuncuları, roman yazarları, buz patencileri,
konser piyanistleri, satranç oyuncuları üzerinde yürütülen araştırmalarda bu sayı tekrar
tekrar karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki aynı süre çalışan herkes aynı derecede başarılı olmaz.
Fakat dünya çapında uzmanlığın daha kısa sürede kazanıldığı da görülmemiştir. Gerçek
ustalığa erişmek için, beynin aldıklarını özümsemesi ve yerleştirmesi gerekir. Bu yerleştirme
de en az 10.000 saat bilfiil çalışarak mümkündür.
Mozart’ın bile çocukluk bestelerinin çoğu başka bestecilerin eserlerinin yeniden
düzenlenmesidir. Gerçek anlamda şaheserlerini 21 yaşından itibaren yazmıştır ki o yaşa
geldiğinde zaten 10 yıldır beste yapmaktaydı. Bu da kabaca 10.000 saatlik çalışma demektir.
Satrançta büyük ustalığa erişmek de 10 yıl sürer. Yalnızca efsanevi Bobby Fischer bunu 9 yılda
başarmıştır. Çalışma (pratik) iyi olduğunuzda yaptığınız bir şey değildir; iyi olmak için
yaptığınız şeydir.
Düşünürseniz, 10.000 saat muazzam uzun bir süredir. Genç bir yetişkinin kendi başına bu
süreye ulaşması neredeyse imkansızdır: ailenizin sizi teşvik ederek desteklemesi lazım.
Yoksul olamazsınız çünkü geçim için başka bir işte çalışırsanız pratik yapmaya zamanınız
kalmaz. Aslında bu sayıya ulaşabilenler genellikle ya hokeyciler gibi özel programlara kabul
edilenler ya da önlerine olağanüstü fırsatlar çıkanlardır.
1971 deki Bill Joy’a dönersek: 16 yaşında bir matematik dahisi. Kamyon dolusu yeteneği var
ama yeterli mi? O dönemde bilgisayarlar oda büyüklüğünde. Bugünkü mikrodalga
fırınlarından daha az güce ve belleğe sahip bir tek bilgisayar milyon dolar tutuyor. Şansınıza
yakınlarınızda bir tane varsa kiralamak ateş pahası. Bir makineyi yalnızca bir kişi
kullanabiliyor.

5

Burada devreye Michigan Üniversitesi giriyor. Zira burası dünyada, aynı anda birkaç insanın
çalışabileceği dev bilgisayar’lara sahip 2-3 yerden birisi. Matematik ve mühendislik okumaya
gelen Bill Joy’u burada bilgisayar böceği bir ısırıyor, bir daha da bırakmıyor.
Bill Joy’un önüne çıkan fırsatlara bakın: Üniversite olarak Michigan’ı seçmesi, en gelişmiş
bilgisayar’ın orda olması, Merkezin bütün gece açık tutulması ve böylece her gün 8-10 saat
programlama yapabilmesi, bu sayede UNIX’i yeniden yazabilecek kapasiteye ulaşması. Evet,
kuşkusuz Joy üstün zekalıydı, öğrenmeye hevesliydi ve işin en önemli kısmı bunlardı. Fakat
uzman olmadan önce birileri ona nasıl uzman olunacağını öğrenme fırsatı vermeliydi.
Böylece 10.000 saate ulaşabildi.
10.000 saat kuralı başarının genel kuralı mıdır? Hepimizin tanıdığı iki örnek daha sıralayalım:
Bill Gates ve Beatles.
1957 de kurulan Beatles 1960 ta adını daha yeni yeni duyurmaya çalışan bir lise grubuydu. O
yıl, bir organizatör tarafından Hamburg’da çalmaya davet edildiler. Liverpool’dayken
çalıştıkları mekanda her gece 1 saat hep aynı şarkıları çalarlarken, Hamburg’daki 24 saat açık
kulüpte haftanın her gecesi 8 saat çaldılar, hem de programı doldurmak için hep yeni şarkılar
üreterek.
8 saat mi dediniz?
Haftanın 7 günü mü dediniz?
1964’te ünleri patlama yapıncaya kadar 1200 defa canlı performans yapmakla kalmamışlar,
müziklerini de olağanüstü geliştirmişlerdi. En başarılı albümleri addedilen ‘Sergeant Pepper’s
Lonely Hearts Club’ ı çıkardıklarında tam 10 yıldır çalışmaktaydılar.
Şimdi bir de Bill Gates’e bakalım:
Seattle’da varlıklı bir aileden gelen Gates, ders çalışmaktan çabucak sıkılan bir çocuktu. Bu
yüzden 7. Sınıftayken ailesi onu Özel Lake Side okuluna gönderdi. Gates’in okuldaki ikinci
yılında Bilgisayar kulübü kuruldu. Velilerin düzenlediği bir kermeste kazanılan üç bin dolarla
Seattle’ın merkezindeki bir ana bilgisayar’a bağlı terminal satın alındı. Yıl 1968. O zaman
değil ilköğretimde, daha bir çok üniversitede böyle bir imkan yok. Olağanüstü!
Bill Joy bilgisayar’ la 1971 de, üniversitede tanışmıştı, Gates ise daha 1968’de. O andan
itibaren de bilgisayar odasında yaşamaya başladı. Gates ve aralarında Paul Allen’ın da
bulunduğu birkaç arkadaşı bu yeni tuhaf cihazı kendi kendilerine öğrendiler. Haftada 25-30
saat çalışıyorlardı. 8. Sınıftan lise sona kadar geçen 5 yıl, Gates’in Hamburg’uydu. Ailesinin
varlıklı olup Lakeside’ı seçmesinden (1968 de kaç lisede bilgisayar terminali vardı?)
başlayarak Bill Joy’unkileri aşan şans ve fırsatlar Gates’in hayatına yön vermişti. Öyle ki,
Gates kendi yazılım şirketini kurmak üzere Harvard’ı bıraktığında 10.000 saati çoktan aşmıştı.
Dünya üzerindeki kaç gencin bu kadar deneyimi vardı ki?

6


Beatles’ın, Bill Joy’un ve Bill Gates’in hikayelerine topluca bakarsak başarıya giden yolun
resmini daha iyi görebiliriz. Kuşkusuz her üçü de inkar edilemez düzeyde, bir kuşakta tek tük
görülecek yeteneğe sahipti. Bu kesin. Fakat onların hikayelerini farklı kılan olağanüstü
yetenekleri değil, önlerine çıkan olağanüstü fırsatlardır.
Sıradışı başarılıların yararlandığı başka bir gizli fırsat da doğum tarihleridir. Dünyanın gelmiş
geçmiş en zenginlerinin listesine bakıldığında 75 kişinin 14’ ünün 19. yy’ın ortalarındaki 9 yıl
içinde doğduğu görülür. Sebep? 1860 ve 1870’lerde Amerika tarihinin en büyük
transformasyonunu yaşıyordu. Demiryollarının döşendiği, Wall Street’in ortaya çıktığı
dönemdi. Geleneksel Ekonominin dayandığı bütün kurallar yıkılmış ve yeniden yazılmıştı.
1831 ile 1840 arasında doğanlara büyük şans doğdu. Öncesi ve sonrasında bu fırsat yoktu.
Kişisel bilgisayar (PC) döneminde de en önemli tarih 1975’tir. O güne kadar bilgisayar’lar dev
boyutlarda ve korkunç pahalıydı. Her elektronik hastasının hayali kendine ait bir bilgisayar’a
kavuşmaktı. 1975 de kişilerin parçaları birleştirip kendi bilgisayar’ını oluşturabileceği kitler
piyasaya çıktı ve 397$ dan satılmaya başlandı. Bundan en fazla kim yararlanabilecekti? 1952
ile 1958 arası doğan gençler. Önce doğanlar işe girmiş, ev bark kurmuşlardı. Buna ayıracak
para ve vakitleri yoktu. Sonrakilerin ise yaşı tutmuyordu. Nitekim Bill Gates (1955), Paul Allen
(1953), Steve Ballmer (1956), Steve Jobs (1955) , Bill Joy (1954) ve Eve Schmidt hep bu
şablona uymaktadırlar.

BÖLÜM 3
DAHİLERİN SORUNU – I

Birinci Dünya Savaşının ertesinde Stanford Üniversitesinde Psikoloji Profesörü Lewis Terman,
tarihteki en ünlü psikolojik araştırmalardan birini başlattı.
Terman’ın uzmanlık alanı zeka testleriydi. Sonraki 50 yıl boyunca dünya çapında milyonlarca
kişinin gireceği Stamford Binet IQ testi onun eseriydi. Terman üst üste IQ testlerine tabi
tuttuğu 250.000 ilk öğretim ve lise öğrencileri arasından, IQ’ su 140-250 arası olan 1457
çocuğu seçti ve kalan hayatında bu dahileri anaç bir tavuk gibi kolladı, gözetti, testlere tabi
tuttu ve iş, aile, sağlık, her yönden izledi. Tüm bulgularını ‘Dehanın genetik araştırması’ adını
verdiği kalın kırmızı ciltlere kaydetti. Ahlak hariç, ‘Birey için hiçbir şey IQ’su kadar önemli
değildir.’ diyordu Terman. Seçtiği kişilerin olağanüstü başarılı olacağına, Amerika’nın
gelecekteki kaymak tabakasını oluşturacağına inanıyordu.
Bugün bile Terman’ın fikirleri başarı anlayışımızın merkezini teşkil eder. Okullar yetenekli
çocuklar için ayrı programlar uygular. Üniversitelerin çoğu zeka testine göre öğrenci kabul
eder. Google, Microsoft gibi şirketler adayların kişisel yeteneklerini ölçer. Hepimiz dahilere
hayranızdır. Bir dahinin geride kalmasının imkansız olduğunu düşünürüz.
Fakat bu doğru mu?
7

IQ skalasının alt tarafındakiler (IQ’su 70’in altında olanlar) zihinsel engelli kabul edilir.
Ortalama skor 100 dür ve üniversiteyi bitirmek için bunun biraz üstü gerekir. Nispeten iyi bir
mastır - doktora 115’in üstünde mümkündür. Genel olarak skorunuz ne kadar yüksekse o
kadar daha iyi eğitim alırsınız, muhtemelen daha çok kazanırsınız ve ister inanın ister
inanmayın, daha uzun yaşarsınız.
Ama bir dereceye kadar.
Başarı ile IQ arasındaki ilişki bir noktaya kadar doğrusaldır. Fakat 120 den itibaren IQ’ nun
daha yüksek olmasının gerçek dünyada bir avantaj yarattığı söylenemez. IQ’su 170 olan
birinin düşünme kapasitesi 70 olandan tabii ki daha iyidir. Ancak nispeten yüksek IQ larda bu
farkın pek önemi kalmaz. 130 olan bir bilim adamının Nobel kazanma şansı 180 olandan daha
az değildir. Baskette de benzer durum söz konusudur. 1.65 boya sahip birinin profesyonel
basketçi olma şansı ne kadar olabilir? Bu düzey oyunculuk için en az 1.80 boy gerekir. Biraz
daha uzunsanız daha da iyi. Fakat bir noktadan sonra boyun önemi kalmaz. Mesela gelmiş
geçmiş en büyük oyuncu Michael Jordan 1.95 di. Zekada da durum aynıdır. Zekanın da bir
eşiği vardır. Nobel ödülü kazanan Amerikalı bilim insanlarına baktığımızda, en iyi birkaç
üniversite dışında, genelde orta ile ortanın üstü üniversitelerden mezun olduklarını görürüz.
Yale veya Harvard’ı bitiren biriyle Georgetown’u bitiren birinin Nobel kazanma şansı aynıdır.
Prof. Barry Schwartz, elit okulların karmaşık öğrenci kabul kurallarını bir yana bırakıp, kura
çekmelerini önermişti. Kesinlikle doğru. Nitekim Michigan Üniversitesi dezavantajlı
kesimlerden ve azınlıklardan gelen çocuklara ayırdığı kotayla standart altı öğrenci kabul
etmektedir. Okul yılları sırasında bu öğrenciler diğerleri kadar başarılı olmasalar da mezun
olduktan sonraki hayatlarında ev, aile, iş, yani her konuda standart üstündeki arkadaşlarıyla
tıpatıp aynı seviyeye gelmektedirler. Zaten önemli olan da gerçek hayat değil mi? Zeka bir
dereceye kadar çok önemlidir. Ondan sonra yaratıcılık, hayal gücü, çalışkanlık gibi pek çok
karakter özelliği devreye girer; Tıpkı basketbol oyunculuğunda boyun ötesinde hız, saha
hakimiyeti, çeviklik, top tutma becerisi ve atıcılığın gerektiği gibi.
Terman’ın hatası buydu. Deneklerini başka özelliklerine bakmaksızın sadece zeka skalasının
%99’una giren grubundan seçmişti. Olağanüstü görünen bu özelliğin aslında ne kadar az
önem taşıdığının farkında değildi. Denekler yetişkin olduktan sonra her çeşit ve seviyede
kariyer, meslek, gelir ve mevki sahibi oldular. %20 si beklenen başarıya ulaştılar. % 60 ı
tatminkar düzeye geldi. % 20 si ise postacı, memur vs veya işsiz olarak yaşamlarını
sürdürdüler. Hiç biri Nobel ödülü kazanamadı. Hatta daha sonra Nobel kazanan iki ilkokul
öğrencisini (William Shakley ve Louis Alvares) Terman test etmiş ama IQ larını yeterli
bulmadığı için gruba kabul etmemişti. Bir başka deyişle Terman dahileri değil de hiç
zekalarına bakmadan aynı aile düzeyindeki çocukları rastgele seçseydi sonuç pek
değişmeyecekti. Nitekim Terman deneyini şu sözlerle tamamladı: “Zeka ve başarının hiç de
birbiriyle alakalı olmadığını görmüş bulunuyoruz.’’ 
8

BÖLÜM 4
DAHİLERİN SORUNU- II
2008 de Amerikan televizyonlarında yayınlanan “1 e karşı yüz” adlı yarışma programında
Christopher Langan adındaki özel davetli bir yarışmacı karşısındaki 100 kişiyi alt ederek
250.000 dolar kazandı.
10 yıldır Chris Langan farklı bir tür ün sahibi. Çeşitli programlara konuk oluyor, dergilerde
röportajları yayımlanıyor. Tanımlanması güç bir beyne sahip olduğundan, hakkında bir
belgesel film bile çekildi.
Langan’ın IQ testleri ölçülemeyecek kadar yüksek çıkıyor. 6 aylıkken konuşmaya başlamış, 3
yaşında okuma – yazma öğrenmiş, 5 yaşında tanrının varlığı konusunda dedesiyle tartışmaya
girişmiş. Okuldayken kitaplara sadece göz gezdirerek sınavlarda en başarılı notları almış,
üniversite sınavında tam puan almış.
Chris’in annesinin 4 oğlu vardı. Anlatılmayacak kadar yoksul bir aileydi. Babası terk edip
gitmiş, üvey baba ayyaş ve şiddet uygulayan biriydi. Bir şehirden diğerine taşınıp
duruyorlardı. Chris üniversiteden burs kazandığı halde, ikinci dönem annesi gerekli bir formu
doldurmadığı için bursunu kaybedip okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre inşaatlarda
çalıştı. Tekrar üniversiteye başladı fakat kardeşleri arabasını bozduğundan sabah derslerine
yetişemiyordu. Dekan’a çıkıp aynı derslerin öğleden sonraki sınıflarına katılmak istediğini
söyledi. Başka öğrencilere her zaman sağlanan bu kolaylığı dekan Chris’e tanımadığı için
oradan da atıldı. Oysa bütün hayali doktora yapıp akademisyen olmaktı. Yarım kalmış tahsille
işçi olarak çeşitli yerlerde çalışırken bile felsefe, matematik ve fizik’le uğraşmaktan
vazgeçmedi. ‘Evrenin Bilinçsel Teorik Modeli’ adını verdiği bir tez hazırladı fakat eğitimini
unvanı yeterli olmadığından bilim dergilerinde yayınlanma ümidi yok. Böylece, bilinen en
üstün zekalılardan Christopher Langan’ın IQ’su ölçülemiyecek kadar yüksek olduğu halde
(Einstein’ınki 150 idi) aile, okul, çevreden kaynaklanan bir dizi şansızlıklardan dolayı bugün
bir çiftlikte oturmuş, üzüm yetiştirmektedir.
Chris Langan’ın yaşamı insanın yüreğini burkuyor. Annesi formu imzalamadığı için bursunu
kaybetmesi, arabası bozulduğu için sabah sınıflarına yetişememesi ve dekanın da onu
öğleden sonraki sınıflara aktarmayı reddetmesi ve daha nice şansızlıklar. Halbuki pek çok
öğrenci üniversitede ders saatlerini değiştirir durur. Chris’in dekanı ikna edememesinin en
büyük sebebi, pratik zekasının yeterli olmamasıydı.
İnsanları sıkıntılı durumlardan laf cambazlığıyla kurtaran, başkalarını kendi isteğini yapmaya
ikna eden beceriye pratik zeka denir. Pratik zeka kime neyi, ne zaman, nasıl söyleyeceğini
bilmektir. Pratik zekaya sahipseniz bir şeyi nasıl yapacağınızı bilirsiniz ama niye bildiğinizi
veya açıklamasını bilmek zorunda değilsiniz. Sadece kafanızda olan mutlak bilgi değil,
uygulamaya (pratiğe) yönelik bilgidir. IQ testleriyle ölçülen analitik zekayla aynı
olmadığından, birinin bulunması illa ki diğerinin de bulunmasını gerektirmez. Tabi
şanslıysanız ikisine de sahip olabilirsiniz.

9

Pratik zeka nereden gelir? Analitik zekanın nereden geldiğini biliyoruz: ağırlıklı olarak
genlerimizden. Ölçüsü IQ dur. Hayatta başını becerme ise bir dizi bilgidir ve öğrenilmesi
gerekir. Bu tür tutum ve becerileri de genellikle ailemizden öğreniriz. Bu süreci incelemek
amacıyla sosyolog Anette Lareau tarafından yapılan bir deneyde siyah ve beyaz, zengin ve
yoksul ailelerden ilkokul üçüncü sınıfta okuyan 12 çocuk seçildi. Her aileye en az 20 defa,
saatler süren ziyaretler yapıldı. Deney uzmanları her aile ve çocuğu günlük yaşamları içinde
ailenin köpeği gibi izledi ve not aldı. Sanırsınız ki 12 ailenin de yetiştirme tarzı farklıydı: sert
aileler, gevşek aileler, ilgili aileler, ilgisiz aileler vs vs. Oysa sonuç çok farklıydı. Yalnızca iki tip
çocuk yetiştirme felsefesi vardı ve bunlar sosyal sınıf hattıyla bölünüyordu. Varlıklı aileler
çocuklarını bir şekilde, yoksul aileler çocuklarını başka bir şekilde yetiştiriyordu.
Varlıklı aileler çocuklarını serbest zamanlarında bir aktiviteden diğerine koşturuyorlar,
öğretmenleri, koçları, takım arkadaşları hakkında sorular soruyorlardı. Çocuklarıyla sohbet
ediyorlar ve yalnızca emir vermek değil, fikirlerini de alıyorlardı. Otorite durumlarında
çocuğun büyüğe karşı çıkmasını, müzakere etmesini, sorgulamasını normal kabul ediyorlardı.
Okulda başarısı düşerse çocuk açısından olduğu kadar öğretmenler açısından da
sorguluyorlardı sebebini.
Yoksul ailelerde ise okul dışı aktivite neredeyse hiç yoktu. Katılan çocuk da kendi çabasıyla
katılıyordu. Otorite karşısında pısıyorlar, suskun kalıyorlardı. Hep geri planda duruyorlardı.
Lareau varlıklı sınıfın yetiştirme tarzına ‘ Hedefe Yönelik’ adını veriyor. Bu tarz, çocuğun
yeteneklerini, fikirlerini ve becerilerini aktif biçimde geliştirme ve değerlendirme girişimidir.
Yoksul aileler ise aksine ‘Doğal Büyüme Stratejisi’ izler. Çocuğun bakım sorumluluğunu
üstlenirler fakat kendi halinde büyüyüp gelişmeye bırakırlar.
Lareau, bir yöntemin ahlak açısından diğerinden daha iyi olmadığını vurguluyor. Yoksul
çocukları daha terbiyeli, daha az mızmız, vaktini daha yaratıcı biçimde kullanan, bağımsızlık
duygusu gelişmiş çocuklar olarak nitelendiriyor. Hedefe yönelik tarzın da pratik anlamda
büyük yararları vardır. Çocuk değişik deneyimler kazanır. Takım çalışmasını ve disiplinli
durumlarla başa çıkmayı öğrenir. Büyüklerle rahat ilişki kurmayı ve gerektiğinde karşı fikrini
dile getirmeyi becerir. Hakkını koruma bilincine sahiptir. Ortamı kendi tercihlerine göre
şekillendirir. Aksine, yoksul çocuk olumsuzluklarla karşılaştığında güvensizleşir ve kendi
kabuğuna çekilir.
Varlıklı çocuk kendisine saygılı davranılmasına alışıktır. Kendisini özel biri olarak büyüklerin
ilgi ve dikkatine layık görür.
Bu özelliklerin hiçbiri genlerden gelmez. Irka bağlı da değildir. Tamamen ailesinin
davranışının, öğretisinin ve teşviklerinin sonucudur. Bir kültür meselesidir. Varlıklı çocuk
yalnızca daha iyi okullara gittiği için değil, daha önemlisi ‘hakkım var ve layığım’ duygusunun
öğretilmesi dolayısıyla modern dünyada başarılı olmaya daha yatkındır. Yoksul çocuğun
otorite karşısında itiraz etmeyi, kendi fikrini söylemeyi ve haklarını kollamayı becerememesi
büyük handikap teşkil eder. 

10

Terman’ın denekleri de tamamen dahi çocuklardan seçilmişti. Büyüdüklerinde ortaya çıkan
muazzam yaşam ve başarı seviyesi farkının nedenleri incelendiğinde başlıca etkenin
yetiştikleri aile olduğu görüldü. En iyi duruma gelenler kitap okuyan, çoğu yüksek okul
mezunu, nispeten varlıklı ailelerden geliyordu. En alt seviyedekilerin aileleri yoksul ve
tahsilsizdi. En iyiler gelir, kariyer ve mevki üstünlüğü yanında daha çekici, oturaklı, cevval ve
iyi giyimliydiler. Bu 4 özellik en alt seviyedekilerle karşılaştırıldığında iki ayrı insan türüne
bakıyor gibiydiniz. Hepsi deneye aynı seviyede başlamış, ancak alttakileri çevresi dünyaya
hazırlamadığından yitik yetenek olup çıkmışlardı. Bu da bize şunu gösteriyor ki hiç kimse, ne
pop yıldızları, ne profesyonel sporcular, ne yazılım milyarderleri ve hatta ne de dahiler tek
başlarına başarılı olurlar.
BÖLÜM 5
JOE FLOM’DAN 3 DERS
Joe Flom büyük buhran yıllarında New York’ta Yahudi bir göçmen ailenin çocuğu olarak
doğmuştu. Aile aşırı yoksuldu. Joe küçük yaşta avukat olmayı kafasına koymuştu. Azmetti,
çalıştı ve Harvard’ı bitirdi. Tipinden ve Yahudi oluşundan dolayı iş için başvurduğu hiçbir
büyük avukatlık firması onu kabul etmedi. Nihayet 3 avukatın kurduğu yeni yetme Skadden
ve Arps firmasında iş buldu. Kısa sürede firmanın büyük ortağı oldu.
Bugün Skadden ve Arps dünya çapında 23 ofiste 2000 avukatın çalıştığı, bir milyar $’ın
üstünde ciro yapan, dünyanın en güçlü ve büyük avukatlık firmalarından biridir. Şirket satın
alacaksanız veya şirketiniz satın alınıyorsa kendinizi ya bu firmaya emanet edersiniz, ya da
‘keşke etseydim’ dersiniz. Bu hikaye şimdiye kadar anlattıklarımı tekzip mi ediyor sizce?
Yoksulluktan zirveye çıkan biri. Ne demiştik? Başarılı insanların başarısı bir tek kendilerinden
kaynaklanmaz. Geldikleri yer ve bulundukları ortamın bir ürünüdürler. Joe’nun zekasını,
kişiliğini veya hırsını bir kenara bırakalım. Tabii ki bunlara bolca sahipti. Ama diğer faktörlerin
hepsi aleyhineydi, ancak hepsi beklenmedik şekilde fırsat ve avantaj teşkil etti.
Joe’yu işe almayan o yılların büyük firmaları tamamen ‘beyazlardan’ oluşan, birbirlerine sıkı
sıkıya bağlı, kendini beğenmiş firmalardı. Genellikle şirketlerin vergi, hisse ihracı gibi işlerine
bakar, tazminat davalarını ve şirket ele geçirme (takeover) davalarını küçümsedikleri için
almazlardı. O yüzden 1950’lerde ve 60’larda Bronx ve Brooklyn’li Yahudi avukatların kapısına
gelen davalar beyaz şirketlerin tenezzül etmediği tazminat ve daha da önemlisi,
‘vekaletname’ davalarıydı. Bir yatırımcı bir şirketi ele geçirmeyi kafasına koyunca yönetimi
beceriksizlikle suçluyor ve hissedarlara gönderdiği mektupta şirket yöneticilerini genel
kurulda devirmek için vekaletnamelerini istiyordu. Vekalet savaşlarında devreye Joe Flom
gibi avukatlar giriyordu.
11

Derken 1970lere gelindi. Piyasalar uluslararası hale geldi, para miktarı arttı. Yatırımcılar
saldırganlaştı. Ele geçirmelerin sayısı ve büyüklüğü hızla artmaya başladı. Öyle ki 1970’lerin
ortalarından 1980’lerin sonuna kadar birleşme ve ele geçirmelerde ortada dönen para her yıl
%2000 artarak çeyrek trilyon dolara ulaştı. Eski ekol firmaların tenezzül etmediği tazminat ve
ele geçirme davaları birdenbire bütün firmaların gözdesi oldu. Peki hukukun bu iki alanında
kim uzmanlaşmış, kim tecrübe kazanmıştı? 10 – 15 yıl önce büyük firmalarda iş bulamayan
Yahudi gençlerin kurduğu, bir zamanların marjinal ikinci sınıf avukatlık firmaları tabi ki. Bir
alanda bir kere ün kazandınız mı, yeni müşteriler koşarak size gelir.
Bu öykü Bill Joy ve Bill Gates’inkine ne kadar benziyor değil mi? Onlar da hiçbir fayda
ummadan tüm zamanlarını bilgisayar başında geçirmişler, PC devrimi başladığında da
arkalarındaki 10.000 saatle yarışa çok önce başlamışlardı. Flom da Skadden ve Arps da 20 yıl
boyunca dirsek çürütüp uzmanlaşmış, dünya değişiverince de yeni dünyaya hazır olmuştu.
Joe olumsuzluğu yenmemişti; olumsuzluk fırsata dönüşmüştü.
Başarı faktörleri arasında kişinin doğum tarihinin de büyük önem taşıdığını daha önce
söylemiştik. Dev iş adamlarının (Rockefeller Vanderbilt) 1830 – 1840 arasında, yazılım
dahilerinin 1954-1958 arasında doğduğu gibi, Newyorklu Yahudi avukatlar için de en büyük
şans 1930’larda doğmuş olmaktı. 1930’ların büyük buhranında doğum oranları adamakıllı
düşmüştü. O yüzden bu kuşağın çocukları az öğrencili okullarda iyi eğitim alıyorlar,
üniversiteyi bitirince de fazla rakip olmadığından kolayca iş buluyorlardı.
New Yorklu başarılı avukatların başka bir ortak noktası da aileleridir.
19. yy’ın sonlarıyla 20. Yy’ın başlarında Amerika’ya göç eden Yahudi göçmenler diğer
ülkelerden gelen göçmenlere benzemiyordu. İrlandalı ve İtalyanlar Avrupa’nın yoksul
taşrasında icarla çiftçilik yapan köylülerdi. Yahudiler ise, yüzyıllardır Avrupa’da toprak sahibi
olmalarına izin verilmediğinden, şehirlere ve kasabalara toplanmışlar, esnaflık ve zanaat
öğrenmişlerdi. Bakkallık, kuyumculuk, mücellitlik, saatçilik gibi mesleklere sahiptiler ancak en
fazla terzilik, şapkacılık ve kürkçülük gibi giyim işi ile uğraşıyorlardı. Mesleklerini yeni
dünyada da sürdürdüler. Öyle ki, 1900’lere gelindiğinde New York’ta giyim sektörü
tamamıyla Yahudi göçmenlerin eline geçmişti. Giyim sektörü ise New York ekonomisinin en
büyük ve en fazla gelir getiren sektörüydü. Oysa İtalyan ve İrlandalılarda aynı beceriler
olmadığından amele, hizmetçi veya inşaat işçisi olarak iş bulabiliyorlardı. Yahudiler kendi
kendilerinin patronuydu. Kararlarının ve tuttukları yolun sorumluluğu kendilerine aitti.
Kafalarını ve hayal güçlerini kullanıyorlardı. Yaptıkları işte gayretlerinin ödülünü alıyorlardı.
Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para kazanıyorlardı. Bu üç şey: kendi başına karar ve
sorumluluk almak, kompleks bir görev ve gayretle ödül arasındaki orantı, yapılan işten tatmin
olmak için mutlak gereken niteliklerdir. Nihayetinde 9’dan 5’e kadar bizi mutlu eden şey
kazandığımız para değil, yaptığımız işte tatmin olmaktır. Bu üç kritere sahip işin bir anlamı
vardır. Bill Gates Lakeside okulunda klavye başına geçtiğinde de, Beatles her gece 8 saat
çalmak durumunda kaldığında da aynı tatmini yaşadıklarından pes etmemişlerdi. Yapılan işin
bir anlamı yoksa tam bir hapishanedir. O yüzden hukuk, tıp ve benzeri bir mesleklerde en üst 
12

kademelere ulaşmak isteyenlerin çıkaracağı ders şudur: Yeterince sıkı çalışırsanız, kendinizin
değerini kanıtlarsınız, kafanızı ve hayal gücünüzü kullanırsanız dünyayı istediğiniz gibi
şekillendirebilirsiniz.
Sonuçta çok başarılı New York avukatlarının üç ortak özelliği şunlardır: Yahudi olduğu için
vaktiyle ‘beyazlar’ tarafından dışlanmak, anlamlı iş yapan ebeveynin çocuğu olmak ve
1930’larda doğmuş olmak. Bu üç avantaj bugünkü konumlarına gelmelerinde en önemli
etkendir.
KISIM 2: KÜLTÜREL MİRAS
BÖLÜM 6
HARLAN, KENTUCKY
Harlan kasabası başta olmak üzere Kentucky Eyaletinin Appalaş Dağlarındaki bölgede kan
davaları çok yaygındır. Bunun sebebi yoğun ve çeşitli araştırmalara konu olmuş ve sonunda
sosyologların ‘şeref kültürü’ adını verdiği bir tür töreye dayandığına karar verilmiştir.
Şeref Kültürleri, Sicilya, Bask gibi dağlık ve toprakları çok az verimli bölgelerde kök salar.
Kayalık bir yamaçta yaşıyorsanız tarım yapamadığınızdan keçi ve koyun beslemeye
yönelirsiniz. Çobanlık (hayvan yetiştiriciliği) çevresinde gelişen kültür, tarım çevresinde
gelişen kültürden çok farklıdır. Bir çiftçinin yaşaması, çevresindekilerle işbirliği ve
yardımlaşma içinde olmasına bağlıdır. Fakat bir çoban kendi başınadır. Çiftçiler gece vakti
tüm varlıklarının ellerinden alınacağı korkusunu yaşamazlar çünkü ekili ürünü toplamak kolay
değildir. Oysa hayvan sahipleri her an mallarının çalınacağı korkusunu taşırlar. O yüzden sert
olmaları gerekir: sözleri ve davranışlarıyla zayıf olmadığını kanıtlamalıdır. Şanına gelecek en
ufak bir lafa karşı savaşmaya her an hazırdır. İşte şeref kültürü budur. Bu dağlık ve bereketsiz
topraklarda şiddet çok yaygındır. Sert ve acımasız çevre koşullarına karşı çok sıkı aile bağları
kurarak ve aşiret içinde yaşayarak kendilerini korurlar. Kan bağına sadakat her şeyden
üstündür. Cinayet oranları tüm ülkeden yüksek olduğu halde hırsızlık ve kapkaç daha
düşüktür.
Şeref Kültürü yalnızca doğduğunuz veya anne – babanızın doğduğu yerle sınırlı değildir.
Dedelerimizin ve onların dedelerinin nerede ve nasıl büyüdüğüne kadar gider. O bölgede
yaşamış biri, aile hayvancılığı çoktan terk etmiş, tahsil yapmış, çok para kazanmış olsa bile
aynı davranışları sergiler. Kültürel miraslar şiddetli güçlerdir. Derin kökleri ve uzun ömürleri
vardır. Onları yaşatan koşullar değişse bile nesiller, nesiller boyu tutum ve davranışları
etkilemeyi sürdürür.
Outliers’da şimdiye kadar başarının ne zaman ve nerede doğduğunuz, ailenizin ne iş yaptığı,
yetişme şartlarınız gibi pek çok avantajın birikiminden yükseldiğini gördük. İkinci kısımda,
atalarımızdan tevarüs ettiğimiz gelenek ve tutumların aynı rolü oynayıp oynamadığını
göreceğiz. Kültürel mirasları ciddiye almak suretiyle insanları yaptıkları işte daha iyi hale
getirebilir miyiz?
13

BÖLÜM 7
UÇAK KAZALARININ ETNİK TEORİSİ
Kore Hava Yolları 20. Yy’ın ortalarından sonuna kadar geçen sürede çok ciddi kazalar yaptı.
Öyle ki, uçak düşme oranı iyi havayollarının 17 katına çıktı. Fakat 2000’den bu yana Korean
Air’in güvenlik kaydı lekesizdir. Bugün herhangi bir hava yolu kadar güvenlidir. Şirket bu
başarıyı ancak kültürel mirasın önemini kabul ettikten ve ona göre önlem aldıktan sonra elde
edebildi.
Uçak kazaları gerçek hayatta filmlerdeki gibi pek ani olmaz. Motorun bir parçası bir arızadan
dolayı patlayıp alev almaz. Tipik bir ticari uçak evinizdeki ekmek ısıtıcı kadar güvenlidir. Uçak
kazaları daha ziyade küçük zorlukların ve görünüşte önemsiz arızaların birikimi sonucudur;
tıpkı bütün sanayi kazaları gibi.
Tipik bir kazada hava pek fazla değil ama pilotu strese sokacak kadar kötüdür. Genellikle
tarifenin gerisinde olduğundan pilotlar acele etmektedir. Uykusuz ve yorgundur, berrak
düşünemez. Pilotlar birlikte hiç uçmamış olduklarından aralarında anlaşma sıkıntısı vardır.
Derken hatalar başlar. Bir de değil; tipik bir kaza birbirini izleyen 7 insan hatası sonucudur.
Her biri tek başına olsa kaynayıp gidecek hatalar. Üstelik bu 7 hata bilgi ve uçuş becerisi
yetersizliğinden de kaynaklanmaz. Pilotun kritik bir teknik manevra yapmak zorunda kalıp
başaramaması da değildir olay. Uçak kazalarına yol açan hatalar zinciri takım çalışması ve
iletişim eksikliğinden kaynaklanır hep. Bir pilot önemli bir şey fark eder fakat nasılsa diğerine
söylemez. Bir pilot bir hata yapar diğeri fark etmez. Kritik bir durumun bir dizi işlemle
düzeltilmesi gerekir ve her nasılsa pilotlar koordinasyonsuzluktan bir işlemi atlar.
Tüm kokpit iki kişi tarafından idare edilecek şekilde tasarımlanmıştır. Birbirlerini sürekli
olarak hem kontrol etmeleri, hem de işbirliği gerekir.
Ancak genelde kazalarda olan şudur: Kaptan uçuş koltuğunda oturur. Yardımcı pilot bir hata
görünce ikazını hiç vurgulamadan, yumuşak, ima şeklinde yapar. Kaptan duymasa veya
durumu düzeltecek hareketi yapmasa bile sesini yükseltmeye çekinir. Hata düzeltme
işlemleri yapılmadığından sonunda kaza gerçekleşir.
Hollandalı Profesör Hofstede’nin uzun araştırmalar sonucu oluşturduğu Güce Uzaklık indeksi
(Power Distance Index- PDI), hiyerarşi karşısındaki tutumu, yani bir kültürün otoriteye verdiği
değeri ve gösterdiği saygıyı ölçümler. Hofstede ‘Kültürün Sonuçları’ adını verdiği eserinde
şunları yazar:
“Düşük indeksli ülkelerde güç sahipleri güç sahibi olmaktan adeta utanırlar ve güçlerini
saklamaya çalışırlar. Liderler resmi sembollerini bırakıp gayri resmi statülerini vurgular.
Düşük indeksli Avusturya Başkanı bazen işine tramvayla gider. Hollanda Başbakanını
14

Portekiz’de bir kampta karavanıyla tatil yaparken gördüm. Böyle şeylere rastlamak, yüksek
indeksli Fransa ve Belçika gibi ülkelerde neredeyse imkânsızdır.”
Bu fark Almanya ile Fransa arasında da çok belirgindir. İki ülkenin aynı sektörde, aynı
büyüklükteki imalat fabrikalarını karşılaştıran bir araştırmada Fransız fabrikalarında
çalışanların ortalama %26 sının, Alman fabrikalarında ise %16 sının yönetim kadrosunda
olduğu görülmüştür. Ayrıca Fransızlar tepe yöneticilerine Almanlardan çok daha fazla ücret
öderler. Bu da iki ülkenin hiyerarşiye yönelik tutum farkından kaynaklanır. Fransızların güç
mesafe indeksi Almanların iki katı olduğundan, hiyerarşiye Almanların hiç duymadığı şekilde
ihtiyaç duyar ve destekler.
Yüksek indeksli kültürlerde astlar üstlerine itiraz edemezler, kolay kolay fikirlerini beyan
edemezler. Havacılık sektöründe bu durum vahim sonuçlara yol açar. Bu kültürden gelen
yardımcı pilotlar, kaptanı ve kule görevlisini kendinden yukarda gördüğü için olumsuzluk veya
hata durumunda ikazları yetersiz, itirazları ise hiç yoktur. O yüzden gerekli tedbirler
zamanında alınamaz ve kaza kaçınılmaz olur.
En yüksek PDI’lı 5 ülke:
1. Brezilya 2. Kore 3. Fas 4. Meksika 5. Filipinler
En düşük PDI’lı 5 ülke:
1. ABD 2. İrlanda 3. Güney Afrika 4. Avustralya 5. Yeni Zelanda
Korean Air’da ast – üst ilişkisi o kadar katıydı ki yatılı uçuş aralarında genç pilotlar kaptana
yemek yapmaktan tutun da hediyelerini satın almaya kadar pek çok şeyden sorumluydular.
“Amir kaptandır; o neyi; ne zaman, nasıl canı isterse öyle yapar. Karşısında herkes sessizce
oturup hiçbir şey yapmaz “ geleneği ve anlayışı hakimdi. Yüksek güç uzaklık indeksli
kültürlerde iletişim yalnızca dinleyicinin bütün dikkatini verebildiği ve imalar, üstü örtülü
ifadelerin gerçekte ne anlama geldiğini çözmeye vakit olan durumlarda işe yarar. Fırtınalı bir
gecede kokpitin içinde bitkin bir pilotun aletsiz iniş gerçekleştirmeye çalıştığı durumlarda
değil.
Nihayet 2000 yılında Korean Air harekete geçerek dışarıdan bir uzmanla anlaştı. Uzman önce
pilotların İngilizcesini sınadı zira havacılık dünyasının dili İngilizceydi. Pilotlar dünyanın
herhangi bir yerindeki hava kontrol kulesiyle konuşurken bu dili kullanırlar. O yüzden pilotlar
yoğun dil eğitimine tabi tutuldular. Uçuşa başlamadan önce başvurulan checklist İngilizce
düzenlendi. Pilotların kokpitte kendi aralarında İngilizce konuşması istendi. Bunun ayrıca şu
faydaları oldu: Pilotların esas sorunu, ülkelerinin kültürel mirasının ağırlığının altında eziliyor
olmalarıydı. Kore dilinin iki kişi arasındaki yakınlığa ve saygıya göre değişen altı çeşit hitap
şekli vardır. Bu da kaptanla yardımcısı arasında katı hiyerarşiye yol açıyordu. İngilizce de sen
– siz farkı dahil böyle farklı hitap şekli olmadığından İngilizce sayesinde aralarındaki ilişki de
yumuşuyor ve eşitleniyordu. Söz konusu uzman, kültürel mirasların önemli, güçlü, yaygın ve 
15

kalıcı olduğunu biliyordu fakat kimliğimizin ayrılmaz bir parçası olmadığına inanıyordu.
Koreliler kültürlerinin bu özelliklerini dürüstçe kabul ederse, havacılık dünyasına uygun
olmayanları değiştireceklerinden emindi. Nitekim bu teşhis doğru çıktı.
Korean Air’ın hiyerarşisinde, kaptandan ve yardımcı pilottan sonra yer alan uçuş
mühendisleri yeniden eğitilip Batı havayollarına transfer edildiler. Tecrübeli fakat en alt
basamaktaki bu kişiler kültürlerinin kısıtlayıcı bağlarından kurtulunca yeni pozisyonlarında
son derece başarılı oldular.
Bu örnek de göstermektedir ki , kültürün, tarihin ve birey çevresindeki dünyanın mesleki
başarı üzerinde ne kadar etkili olduğunu anladığımız zaman çaresiz olmadığınızı da anlar ve
başarısızlıktan başarı öyküsü yazabiliriz. Her birimizin zaaflarıyla-güçleriyle, eğilimleriyledirençleriyle farklı kültürlerden geldiğini kabul etmek neden bu kadar zor?
Kim olduğumuz, nereli olduğumuzdan ayrılamaz. Bu gerçeği dikkate almadığımız zaman
düzeltme olasılığını da kaybederiz.
BÖLÜM 8
ÇELTİK TARLALARI VE MATEMATİK TESTLERİ
Güney Çin’de bugün Sanayi bölgesi olan İnci Nehri deltası ve Guang Zhou bir zamanlar
tamamen çeltik tarlalarından ibaretti. Bugün bile Nan Ling dağlarına yaslanmış dalgalı tepeler
Çin’in önemli pirinç yetiştirme bölgelerinden biridir.
Pirinç Çin’de binlerce yıldır üretilmektedir. Japonya’dan Singapur’a kadar doğu Asya’ da
pirinç yetiştirme teknikleri Çin’den yayılmıştır.
Çeltik tarlaları buğday tarlası gibi topraktaki bitki, taş vs temizlenerek ekime açılmaz, inşa
edilir. Çeltik tarlaları ya girift teras dizileri halinde yamaçlara oyulur, yahut da bataklıklarda
veya nehir çevresindeki ovalarda büyük emek sarf ederek inşa edilir. Sulanması
gerektiğinden etrafı setle örülür. En yakın kaynaktan su kanalları kazılır. Setlere, bitki belli bir
seviyeye kadar su altında kalacak şekilde su akışını ayarlayan delikler açılır. Suyun süzülüp
gitmesini önlemek için tarla tabanının kil olması gerekir fakat çeltik fideleri sert kile
ekilemeyeceğinden kilin üstü yumuşak çamurla kaplanır. Kil çanağı adı verilen bu toprak
parçası adeta bir mühendislikle öyle ayarlanır ki hem bitki optimum seviyede su altında
kalsın, hem de fazlası akıp gitsin. Gübreleme de ayrı bir hünerdir. Başta insan dışkısı, çeşitli
maddelerden oluşan gübrenin verilme miktarı ve zamanı doğru ayarlanmazsa faydadan çok
zarar getirir.
16

Ekim zamanı geldiğinde çiftçinin önünde yüzlerce tohum seçeneği vardır. Her tohumun
artıları ve eksileri olduğundan en iyi verimi alacak şekilde bir defada 10’un üstünde türde,
oranı mevsimine göre değişen tohumların karışımının ekilmesi gerekebilir.
Aile tohumları önce özel hazırlanmış tohum yatağına eker. Birkaç hafta sonra fideler oradan
alınıp 15 cm aralıkla sıralar halinde tarlaya dikilir ve dikkatle büyütülmeye başlanır. Yabani
otlar elle ayıklanır. Böceklerden arındırmak için her fide bambu taraklarla tek tek taranır. Bu
arada su seviyesi tekrar tekrar kontrol edilir. Fidanlar olgunlaşınca tüm aile, akrabalar ve
arkadaşlar bir araya gelerek ürünü çabucak hasat ederler ki yağışsız kış mevsimi başlamadan
yeniden ekim yapılabilsin.
Güney Çin köylerinde üç öğün lapa yenir. Nisbeten varlıklı olanlar lapanın üzerine biraz sebze
veya et-balık parçacıkları ekleyebilir. Varlık ve sosyal statü pirinçle ölçülür. Kısacası pirinç
hayattır.
Çeltik tarlalarının en önemli özelliği, kil çanaklarının küçüklüğüdür. Her biri bir otel odası
büyüklüğünde olan bu çanakların 2-3 tanesi tipik bir köylü ailesinin tüm geçim kaynağıdır. O
yüzden köylüler şafak sökmeden işe koyulup, en iyi verimi elde etmek için gün boyunca
gübreleme, su seviyesini ayarlama, yabani otları ve haşereleri ayıklama ile uğraşırlar. Bir
çeltik tarlasına verilen emek, aynı büyüklükteki mısır veya buğday tarlasına verilen emeğin 10
ila 20 katıdır ve bir yılda 3000 saate ulaşır.
Bu nedenle, Asyalıların çalışkanlık geleneği hayatlarının her alanına yansır, Batıya göç
edenlerde bile. Batı’daki bir üniversitenin kampüsüne gidin, herkes ayrıldıktan sonra Asyalı
öğrenciler hala kütüphanededir. Çalışma şevki muhteşem bir şeydir. Gerçekten sıkı çalışmak
başarılı insanların ilkesidir. Bu kitapta incelediğimiz bütün kişi ve gruplar hep yaşıtlarından
fazla çalışarak bu başarıyı elde etmişlerdir.
Şu rakamları yüksek sesle okuyun: 4,8,5,3,9,7,6. Gözünüzü uzaklaştırıp 20 saniye içinde
rakam dizinini ezberleyip tekrar etmeye çalışın. Diliniz İngilizce ise, dizini tam hatırlama
şansınız %50 dir. Ama eğer Çinli iseniz, her tekrarınızın doğru olması neredeyse kesindir. Peki
ama neden? Çünkü biz insanlar sayıları iki saniyelik hafıza çevrimine depolarız. O iki saniyelik
süre içinde söylediğimiz veya okuduğumuz her şeyi kolayca hatırlarız. İngilizceden farklı
olarak Çincede 4,8,5,3,9,7,6 dizisini okumak sadece 2 saniye sürer. Bir dilde sayıları telaffuz
etmek için gereken süre ile o dili konuşanların hafızası ters orantılıdır. Bu alanda ödül, Hong
Kong’da konuşulan Kanton Çincesinindir.
Ayrıca, bütün doğu Asya dillerinde 10’dan büyük sayıların okunuşu çok daha mantıklıdır.
20’ye iki on, 35’e üç on 5 denmesi gibi. Kesirlerde de aynı kolaylık vardır. Böylece kafadan 4
işlem yapmak kolaylaşır.
17

Batılı çocukların ilkokuldan itibaren matematikle arası bozulur. Bunun başlıca sebebi dil
yapısının ve temel kurallarının matematiği anlamayı zorlaştırmasıdır. Aksine, Asyalı çocuklar
aynı şaşkınlığa düşmez. Sayıları daha kolay hatırlar, işlemleri çabucak yaparlar ve böylece
matematikten zevk alırlar. Bu avantaj sayesinde Çinli, Güney Koreli, Japon öğrenciler ve o
ülkelerden yakın zamanda Batı’ya göç edenler ulusal ve uluslararası matematik testlerinde
Batılılara nazaran üstün başarı göstermektedirler.
Bir araştırmada bir grup lise öğrencisine, ev ödevi olarak verilen bir matematik sorusunu
çözmeye uğraşırken cevabı bulamayacaklarına inanıp bırakmaları ne kadar sürer diye
sorulmuş ve 30 saniye ile 2 dakika arasında cevabı alınmıştır. Ancak bu süre bazı kişi ve
gruplarda 22 dakikaya kadar çıkmaktadır. Öyle bir ülke düşünün ki bu azim istisna değil köklü
bir kültürel miras olsun!
Her yıl eğitimcilerden ve idarecilerden oluşan uluslar arası bir grup tüm dünyada ilköğretim
okulu öğrencilerine kapsamlı bir matematik ve fen testi uygular. Öğrencilerden teste
başlamadan önce çok çeşitli konulardan oluşan 120 soruluk kapsamlı bir formu doldurmaları
istenir. Bazı öğrenciler sıkılıp formun tamamını doldurmazlar. İşin ilginci şudur: formda
cevaplanan soru sayısı ülkeden ülkeye değişir. Öyle ki, katılımcı ülkelerin sıralaması, cevap
verilen soru sayısına göre yapılabilir. Ve daha da ilginci bu sıralama ülkelerin başarı
sıralamasıyla tıpa tıp aynıdır. Başka bir deyişle öğrencileri upuzun bir formun bütün sorularını
tek tek cevaplayacak sabrı, azmi ve konsantrasyonu gösteren ülkeler, problemleri en iyi
çözen ülkelerdir. O yüzden matematik olimpiyatları tek bir matematik sorusu sormadan da
yapılabilir. Bütün yapacağınız şey, öğrencilere ağır çalışmaya ne kadar hevesli olduklarını
ölçen bir ödev vermektir. Ona bile lüzum yok; çalışma ve gayret göstermeye hangi ulusal
kültürlerin en fazla ağırlık verdiğini bilmek bile yeter.
Peki her iki listede hangi ülkeler başı çekiyor? Cevap hiç de şaşırtıcı değildir. Singapur, Güney
kore, Çin, Tayvan, Hongkong ve Japonya. Beşinin de ortak yönü, pirinç tarımı geleneğinden
gelen ve çalışmaya en büyük değeri veren kültürlere sahip olmalarıdır.
Korelilerin köklü kültürel mirası uçak kullanmada sorun yaşatırken Asyalıların bu kültürel
mirası da 21. Yy’da avantaj sağlamaktadır. Evet, kültürel miraslar önemlidir. Daha kaç
kültürel miras 21. Yy’ın gerçekleri üzerinde etkili kim bilir?
BÖLÜM 9
Yaz tatili ve başarı
Amerika’nın kuruluş yıllarında her topluluğun, kasabanın, köyün kendi başına üstlendiği
eğitim düzenine 19.yy da çeki düzen verilmek üzere girişim başlatıldı. İnsanlar genelde ancak
yeni fikirlere şekil verirler ve çıkış noktamız hep mevcut durumdur: bildiğimizden yola çıkıp 
18

bilmediğimize ulaşırız. O zamanki reformcuların bildiği, tarım mevsimlerinin düzeniydi. O
yüzden okul takvimi ekim – hasat - dinlenme dönemlerine göre ayarlandı. Toprağın fazla
işlenmesiyle tükendiği ve nadasa bırakılması gerektiği gibi, zihinlerin de fazla çalışma ve
öğrenmeyle sulanacağına inanılıyordu. Bunu önlemek için uzun bir yaz tatili gerekliydi.
Yaz tatillerinin eğitim üzerindeki etkisi pek az dile getirilir, vazgeçilmez bir olgu olarak
görülür. Ancak öğrencilere okul yılının başında ve sonunda yapılan testler nasıl çocukların yıl
içinde ne kadar öğrendiklerini gösteriyorsa, yaz tatilinin başında ve sonunda yapılan testler
de çocuğun tatil döneminde ne kadar öğrendiğini veya unuttuğunu gösterir. Bu testlerde
varlıklı çocukların tatil döneminde bilgi ve görgülerinin daha da arttığını, yoksul çocukların ise
aksine azaldığını görmekteyiz. Bunun başlıca sebebi, daha önce de sözünü ettiğimiz
yetiştirme farkıdır. Varlıklı aileler yazın da çocuklarının kamplarla, kitaplarla öğrenimini
sürdürmesini sağlarken, yoksul çocukların tek seçeneği televizyondur.
Bu durum bize eğitim sonunun ters yönden ele alındığını gösterir. Sınıfları küçültme,
müfredatı değiştirme, her öğrenciye bilgisayar verme gibi önlemler uzun uzun
tartışılmaktadır. Oysa alınacak en birinci önlem okul günü sayısını arttırmaktır. Böylece hem
varlıklı – yoksul farkı kalkar, hem de çocuklar daha iyi eğitim alır.
Asyalı çocukların matematik sınavlarında kaydettiği üstünlüğün başka bir sebebi de budur
zira Asya ülkelerinde uzun tatiller yoktur. Amerika’da ortalama okul günü sayısı 180 iken
Güney Kore’de 220, Japonya’da 243’tür. Yine böyle bir uluslararası testte çocuklara cebir,
yüksek matematik ve geometri sorularının kaç tanesini sınıfta işledikleri sorulmuştur.
Amerikalı lise son çocukları bu soruya % 54 oranında, Japon çocukları % 92 oranında işledik
cevabını vermişlerdir. Okul yılı 243 gün olursa sonuç farklı olabilir mi?
Amerika’da Newyork’tan başlayarak pek çok eyalette en yoksul semtlerde deneysel KIPP
okulları açılmıştır. Bu okullarda çocuklar sabah yedi buçuktan akşam beşe kadar ders
görmekte, daha sonra da yediye kadar ev ödevi, spor takımları gibi etkinliklere
katılmaktadırlar. Cumartesileri 09-13 arası okul vardır. Bu da geleneksel devlet okullarından
%50 - % 60 daha fazla öğrenim süresi demektir. Normal eğitimde “ya batarsın, ya çıkarsın”
yaklaşımı hakimdir. Öğretmen ateş eder gibi dersi anlatır, anlayan anlar, anlamayan anlamaz.
Süre uzun olunca öğretmenin dersi açıklaya açıklaya anlatmasına ve öğrencilerin de konuyu
tekrar edip hazmetmesine vakit olur.
Program zor mu? Zor. Ağır mı? Ağır. Fakat sonuçta yoksul muhitlerden gelen çocukların
%84’ü kendi sınıf seviyelerindeki çocukların ortalamalarından daha üstün başarı gösteriyor. %
90 ‘ı özel liselere burs kazanıyor. % 80 ‘i üniversiteye girebiliyor, hem de çoğunlukla
ailelerinde bir ilk olarak.
Şimdiye kadar incelediğimiz örnekler gösteriyor ki başarı, öngörülebilen bir yol izler. Başarılı
kişiler en zeki kişiler değildir. Öyle olsa Chris Langan gibi pek çok dahi Einstein’ın tahtını 
19

paylaşırdı. Başarı yalnızca kendi başımıza aldığımız kararların ve gösterdiğimiz çabaların
toplamı da değildir. Sıra dışı başarılılar kendisine fırsat verilmiş ve bu fırsatları yakalayacak
gücü ve azmi gösteren kişilerdir. Hokey oyuncuları için Ocak ayında doğmuş olmak, Beatles
için Hamburg’da her gün 8 saat çalışmak, Bill Gates için hem doğru zamanda doğmak, hem
de lisede bilgisayar terminali bulunması, Joe Flom ve aynı dönemin diğer New Yorklu
avukatları için büyük firmalarda iş bulamamak ve bu firmaların 20 yıl boyunca tenezzül
etmediği ele geçirme davalarını kabul etmek hep fırsattı ve onlar da değerlendirdiler. Gerçek
bu kadar basit olduğu halde hep göz ardı edilir. En iyi, en zeki, ‘kendi başına becermiş’
efsaneleri gözümüzü o kadar kamaştırır ki sıra dışı başarılıların topraktan hüda-i nabit
bittiğine inanırız. Bill Gates’e bakıp böylelerinin dünyaya her zaman gelmediğini düşünürüz.
Oysa bir düşünün: 1968 de tek bir çocuğa değil de bir milyon çocuğa BS terminali şansı
verilseydi bugün kaç tane Microsoft olurdu! Daha iyi bir dünya yaratmak için rastgele
şansların ve avantajların yerine herkese fırsat tanıyan bir toplum oluşturmalıyız. Her
öğrenciye yepyeni bir okul, oyun alanları, bilgisayar, daha küçük sınıf, iyi eğitim almış
öğretmen verilmesi tabii ki çok iyi olur. Ama bir yerden başlamak gerekir ve en doğru nokta
da onlara daha uzun okul süresi fırsatını tanımaktır.
SON SÖZ
Bir Jamaica Hikayesi
1784 te William Ford adlı bir Irlandalı Jamaica’ya ayakbastı. Bir kahve plantasyonu satın alan
Ford, köle pazarında görüp beğendiği bir köleyi kendine cariye yaptı. Çiftin John adını
verdikleri bir oğulları oldu.
O tarihte bir köle kolonisi olan Jamaica’da on siyaha karşı bir beyaz yaşadığından, beyaz-siyah
birlikteliği çok yaygındı. Doğan melez çocukların kuşaklar ilerleyip renkleri açıldıkça toplum
içindeki statüleri de o oranda artıyordu. İlk kuşakta kölelikten azad edilen melez, renk açıklık
sıkalasında ilerledikçe doktor, avukat, vali veya meclis üyesi olabiliyordu. Ford soyunun ilk
melezi John papaz, oğlu Charles gıda toptancısı oldu. Charles’ın iki oğlundan biri öğretmen
biri fabrikatör oldu. Kızı Daisy de öğretmen oldu. Kendisi gibi bir öğretmenle evlenip Faith
ve Joyce adında ikiz kız doğurdu.
Daisy olağanüstü bir kadındı. Açık teninden gurur duyuyor, kızlarının da mutlaka okuyup
daha iyi birer konuma gelmelerini istiyordu.
O tarihlerde Jamaica’da eğitim sistemi berbattı. Çocuklar, eğer varsa, tek odalı ahırlarda 14
yaşına kadar okuyabiliyorlardı. Devlet lisesi veya üniversitesi yoktu. Becerebilenler öğretmen
okuluna, olağanüstü başarılıları da çok az sayıdaki bursu kazanıp özel okullara gidiyorlardı.
Özel okullar korkunç pahalıydı.
20

Joyce ve Faith 1935 te 4 yaşındayken adayı ziyaret eden Profesör William Macmillan
döndükten sonra İngiltere’nin kolonilerdeki tutumunu sert bir şekilde eleştiren “ Batı Hint
adalarından uyarı” adlı bir kitap yazdı. Okulların alt seviyedekiler için anlamı olmadığını,
sosyal farklılıkları derinleştirmekten başka bir işe yaramadığını anlattı.
Kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra Karaiblerde büyük isyanlar çıktı. Paniğe kapılan
İngiltere Mac Millan’ın önerisini ciddiye alıp, diğer reformlar yanında, 1941 de başarılı
öğrencilerin özel okullara gidebilmesini sağlayan çok sayıda burs tahsis etti. Ertesi yıl Joyce ve
Faith burs sınavına girip adanın en iyi özel okullarından birini kazandılar. Böylelikle lise
eğitimine kavuşmuş oldular. 3-4 yıl önce doğmuş olsalardı asla eğitimlerini
tamamlayamayacaklardı. Joyce hayatının akışını doğduğu tarihe, Mc Millan’ın ziyaretine,
isyancılara ve burs kazanması için ders aldıran annesine borçluydu.
Üniversite çağı geldiğinde, Daisy Joice’u İngiltere’ye gönderebilmek için gerekli büyük
meblağı Çinli komşusundan aldı. Böylece Joyce’un hayatını etkileyecek biri daha oldu.
Londra’da üniversiteye giden Joyce bir partide Graham adlı bir İngiliz Matematikçi ile tanıştı.
Joyce ve Graham evlenip Kanada’ya yerleştiler. Graham matematik profesörü, Joyce da
başarılı bir yazar ve aile terapisti oldu. Tepede güzel bir ev yaptılar. Üç oğulları oldu.
Graham’ın soyadı Gladwell. Onlar benim anne ve babam.
İşte annemin başarı yolundaki hikayesinde gördüğünüz gibi, onu doğuran annesinin
azminden tutun da karşısına çıkan insanlar, fırsatlar ve hatta şans olmasaydı muhtemelen
bugün hala Jamaica’nın bir köyünde eğitimsiz yaşıyor olacaktı. Bütün bu imkanlar diğerlerine
de tanınsaydı düşünün kim bilir kaç kişi daha bugün güzel bir evde dolu dolu bir hayat
yaşayacaktı.
Süper star avukatların, matematik dahilerinin, bilgisayar girişimcilerinin olağanüstü kişiler
olduğunu düşünürüz hep. Fakat değiller. Onlar tarihin ve yaşadıkları toplumun, fırsatların ve
kültürel mirasın ürünüdürler. Başarıları gizemli veya istisnai değil, bazılarını hak ettikleri,
bazılarını hak etmedikleri, bazılarını kazandıkları, bazılarının şans eseri karşılarına çıktığı bir
dizi avantaj ve durumların sonucudur. Ve hepsi de kim olduklarının üzerinde kritik etkiye
sahip sıra dışı insanlar aslında hiç de sıra dışı değillerdir. Bu fırsat ve avantajlar daha ne kadar
çok kişinin yoluna çıkar ve onlar da bunu değerlendirirse, sıra dışı başarılıların sayısı da o
kadar artacaktır.

Hiç yorum yok